28 Ocak 2016 Perşembe

40.Yaş günümde hediye niyetine İstanbul – Bandırma turu. (3.Gün)

Kısa turumun son günüydü. Bugün 2013 yılında yaptığım ilk turumda (Bandırma-Keşan) acemilikten dolayı bitiremediğimiz 1.gün etabını tersten gidecektim. İlk turumda Atilla abi, Barış ve Serdal vardı. Şevketiye köyüne varmadan hava karardığından dolayı orman içinde yol kenarında gördüğümüz eski bir binanın arkasına kamp atmıştık. Gece gelen 1.500 koyun ve 4 çoban sayesinde uyanıp hayatımda ilk defa samanyolunu görmüştüm. Şehirde doğup büyümüş bir insan için büyüleyici bir görüntüydü. İşte bu yolu tek başıma aşıp, bitiremediğimiz yolun bu bünyeye etkisini görecektim.

Sabah 5 gibi uyanarak 6’ daki feribota yetişip sakin bir sürüşle Bandırma’ ya varmayı planlıyordum. Acele etmeden  hazırlanıp, 5.30 gibi yola koyuluyorum. Otelden çıktığımda hava daha aydınlanmamışken yola koyuluyorum. Otelden henüz 100 metre dahi uzaklaşmadan yolun sağında bekleyen bir köpeği görüyorum. Tam o sırada benimle aynı istikamette giden arabanın sol arka tarafına yakın giderek kendimi gizlemeye çalışıyor ve başarılı oluyorum derken sol tarafta farkına varmadığım siyah bir köpek bir anda koşup bana havlamaya başlıyor. O etkileyici bin desibellik sesimle bağırıyor ve bir nebze onu ürkütüyorum. Ancaaaak, o sağdaki şerefsiz it oğlu it konuya dahil olunca ortalık karışıyor. Bunlar voltranı oluşturup iki ayağımın dibinde pozisyon alınca, gücüm ikisine birden yetmiyor. Sağdaki it oğlu it tam ayak bilekten dalacakken ayağımı yukarı kaçırıyor ve ardından geriye doğru tekme atmaya çalışıyorum. 3-5-10 bağırışımdan ve pedala yüklenmeye çalışmamlar abartısız yaklaşık 150 metrede anca kendimi kurtarıyorum  köpoğullarından. Meydana vardığımda harbi harbi bacaklarımın korkudan titrediğini fark ediyorum. Hiç çalışmadığım yerden, en gafil anımda beni avladılar. Biletimi alıyor ve beni bekleyen feribota biniyorum.

Feribottan indikten sonra bir şeyler yemek niyetiyle Lapseki’ de girişteki büfelere bakıyorum. Nedense gözüm tutmuyor ve basıyorum pedala. Dün akşamki alkolün etkisinin ters tepeceğini bildiğimden dolayı pedala fazla yüklenmiyorum. Çanakkale – Bodrum turunda İzmir’ de alkolü fazla kaçırmamdan dolayı Kuşadası’ na kadar olan 80 km. benim için  acı bir deneyim olmuştu. O nedenle sakin olmanın, kasmamanın daha iyi olacağının bilincindeydim. Neyse efendim devam edelim.
Şevketiye taraflarına geldiğimde MTB li bir bisikletçinin karşı yoldan geldiğini görüyorum. Selamlaşıp duruyoruz. O taraflarda yazlığı olan birisi olduğunu sabahları turlamaya çıktığını söylüyor. Birbirimize şans dileyip yola devam ediyorum. Bu arada yolu biraz tarif edeyim. Yol asfalt olarak mükemmel. Lapseki’ yi geçip, Şevketiye’ ye dönüşle birlikte tatlı eğimli biri bitip diğeri başlayan rampalar var. Ve Balıklıçeşme’ ye kadar hep orman içinden gidiyorsunuz. Daha sonrasın da ise Bandırma’ ya kadar alabildiğine tarlalar mevcut. Ve şansıma bu yol ağırlıklı al biber ekilmiş. Etrafa mis gibi biber kokuları saçılıyor. Arada küçük 5-10 dakikalık molalar vererek yanımdaki çerezleri atıştırarak yola devam ediyorum. Yalnız olmanın etkisi ile sadece düşünüyor  ve yola odaklanıyorsun. Sadece Balıklıçeşme’ de çorba molası veriyorum.

Bundan sonra yolla ilgili pek anlatılacak pek bir şey yok aslında. Sadece 2 yıl önce karşılaştığımız yol çalışmalarının hala bitmediğini gördüm. Yolun son 40 km.sinde  önüme çıkan orta halli rampayı da bir turcu havasında yavaş ve sakin bir şekilde çıkarak Bandırma’ ya varıyorum.


Bandırma’ ya beklediğimden erken vardığım için, planladığım seferden bir önceki feribota biniyorum. Feribota bineceğim diye sadece bir iki abur cuburla yemek olayını geçiştiriyorum. Feribottan inince de “nasıl olsa evde yerim” mantığı ile eve gitmeye çalışınca yolda epey bir zorlanıyorum. Depoların bitmesi gerçekten çok kötü. Eve 3-4 kilometre kala yanımdaki kuru üzüm ve çerezlere yüklenmeme rağmen evimin rampanın sonunda olmasına hayıflanıyorum.  En sonunda evimin önüne varıyor ve turumu bitiriyorum.







28 Kasım 2015 Cumartesi

40.Yaş günümde hediye niyetine İstanbul – Bandırma turu. (2.Gün)

Bu gün hayatımdaki dönüm günlerimdendi. 10 yıldır sefasını sürdüğüm otuzlu yaşlarım bitmiş, artık resmen orta yaş sayılacak 40 yaşıma adım atmıştım. Artık tansiyon, şekerden bahsetme ihtimalimin daha da yükseldiği ve çocuklarımla kuşak çatışmasının kaçınılmaz olacağı yaştaydım. Artık bende tüm sohbetlerime “bizim zamanımızda saygı vardı, saygı” gibi geyik diyaloglarla başlayacaktım. Ama tek yapmayacağım şey emeklilik planı olacaktı. Hayatımın son verimli yaşayabileceğim 10 yıllık periyoduna girmiştim. Hayatımın ilk 35 yılı hep birilerine, bir şeylere karşı duyulan sorumluluk duyguları ile geçmişti. Hayatımın bu 10 yıllık periyodunda ise bunu iyice hafifletme niyetim vardı. Eh bir dönem nasıl başlarsa öyle kapanır mantığı ile motive olmakta bence güzeldi.

Sabah 7 gibi kalkıp eşyalarımı topluyor ve sokağa çıkıyorum. Bisikletin üstüne binmemle o sokağın itlerinden birisi ayağımın dibinde peydahlanıyor. “Lan sabah sabah nereden çıktın?” dememle kovalamam bir oluyor. O da mahallenin itlerine hemen haber salmasıyla sağdan soldan havlamalar gelmeye başlıyor. Neyse ki ortaya çıkmadan delikanlılık yapmalarından dolayı sıkıntı çıkmadan oradan uzaklaşıyorum.

Navigasyona bakarak Gelibolu’ ya gidecek olan yolu bulmaya çalışıyorum. Çok sıkıntı olmadan Şarköy çıkışındaki yolu buluyor ve Karma’ nın 40’ lı yaşlarımın zor geçeceğini kulağıma fısıldadığını duyar gibiyim. Nedeni ise karşımda insafsızca başlayan sağlam bir rampa. Üstüne üstlük yolun bozuk olması Ekmek kadayıfının üzerindeki kaymak gibi duruyor. İçimden söylene söylene yavaş yavaş tırmanırken 5-6 dakika sonra köpek havlamaları duymaya başlıyorum.  Ama 1-2 köpek değil sanki kutuptayız da, arabaya koşulmuş 20-30 köpek bir den havlıyor gibi. Ya da 1940-50 li yıllarında kaçak kovalayan köpeklerin sesi gibi geliyor. Bende orta şiddette tırsma durumları başlıyor. Acaba nasıl bir şey beni bekliyor endişesi aldı da gidiyor. Değişik fanteziler kuruyorum. Acaba köpekler  yolda mı? Yoldaysa başında birileri var mı? Varsa bunlar deri pantolon giymiş üstü çıplak adamlar mı? Yok, pardon son fantezi benim değil, o başkasına ait.

Biraz daha gittikten sonra bir çiftlik gibi bir yer görüyorum. Biraz daha yaklaşınca bunun köpek barınağı olduğunu görünce endişem biraz daha artıyor. Çünkü benim gördüğüm barınaklarda genelde köpekler barınaktan çok, barınağın etrafında oluyor. Yedikule köpek barınağında olduğu gibi. Neyse ki bu barınakta böyle bir şey olmadığını ve çok temiz, hatta köpeklerin rahatça yaşayabileceği kadar geniş olduğunu görüyorum. Köpeklerde çok korkarım ama onların başına bir şey geldiği zamanda üzülüyorum. Bu nedenle içim rahat yanlarında geçip gidiyorum.

En fazla 1-2 km. gittikten sonra, yolun 200 metre kadar ötesinde 4-5 koyun ve bir çoban görüyorum. Refleks olarak köpek aramaya başladığımda onu da biraz uzakta buluyorum. Köpek kangal cinsine benzeyen, kulakları kesilmiş ve boynuna çivili tasma takılmış heybetli türden bir şey. Hemen bisikletten inip yürümeye başlıyor ve çobanın beni görmesi için elimi sallamaya başlıyorum. Ne tesadüftür ki köpekle çoban beni aynı anda görüyor. Köpek bir hamle ile bana doğru hızla gelmeye başlıyor. Çoban seslenerek durduruyor ama hayvan çok heyecanlı ve agresif. Çoban “bir şey olmaz” diye seslenmesine rağmen hiç te bir şey olmaz gibi durmuyor. Kısaca köpeğin çobanı pek tınladığı yok gibi. Bana fazla yaklaştığı bir sırada bisikleti aramıza koyuyor ve suluğu elime alıyorum. Suluk olayını çok sevdim. Köpekler bu suluk olayından harbi tırsıyor. Çobana 3-5 metre kalmışken şerefsiz arkama dolanıp son bir hamle yapıyor ki, son anda farkına varıp bisikleti ona çevirip bağırmamla geri kaçıyor. İşte o anda ipleri elimde hissetmenin rahatlığı ile 20 metre daha gidip bisikletime biniyorum.
Gözlerimi daha dikkatli açıp köpek olayına dikkat etmem gerekli. Ve yine çok fazla gidemeden bu sefer 20-25 koyunu ve keçisi olan bir sürü ile karşılaşıyorum. Sürüye 60-70 metre kala bisikletten inmeye ve koyunlarla köpekleri ayırt etmeye çalışıyorum. Yuh 4 köpek var! O arada çobana el işareti yaparak kendimi gösteriyorum. Uzaktan çobana selam verip sesimi duyuruyorum ki, köpekler bir anda fark edip agresifleşmesinler. Benim sesimden sonra köpekler kafasını kaldırıyor ve hafif yeltenmeleriyle çobanın durdurması bir oluyor. Allahtan bu köpekler daha eğitimli sadece beni uzaktan takip ediyorlar ama yaklaşmıyorlar. Bu arada köpek nüfusunun 5 olduğunu fark ediyorum. 

Bundan sonra çobanla unutamadığım diyaloğum başlıyor.

Ben        : Yahu beş tane köpek fazla değil mi?

Çoban   : Ne beşi burada dokuz köpek var

Ben        : ??!!?? Diğer dördü nerede?

Çoban   : Dolanıyorlardır ortalıklarda.

Ben        : (Yusuf Yusuf)

Çoban   : İyi ki uzaktan seslendin. Alırlardı altlarına. Ama merak etme parça almıyorlar.

Ben        : (Yusuf Yusuf)

Çoban   : Geçenler buradan yine bisikletli geçti. Onun bisiklet kamyon gibiydi. Ben görmeden almışlar altlarına. Çok korkmuştu herif J

Ben        : (Yusuuuuuuuuf Yusuf)

Ama ne Yusuf hiç sormayın. Kolay gelsin deyip temkinli bir şekilde etrafımı kolaçan ederek yoluma devam ediyorum. Arkadaş nasıl bir gün bu ya? Daha 10 km. gitmemişken, o kadar çok adrenalin yaşadım ki, günün devamından korkar hale geldim demeye kalmamışken bir de önüme sis çıkmaz mı? Yol öyle ki geri dönsen olay, ileri gitsen muamma. Demek ki macera dedikleri böyle bir şeymiş diyorum. Sisin içine dalıyorum ve 2-3 km kadar sisin içinde yol alıyorum.  Sisin bitmesi ile birlikte rampada bitmiş oluyor.

Bu noktadan sonra yaklaşık 10 km iniş olması sebebi ile köpeklere karşı kendimi daha güvenli hissediyorum. En azından kaçma şansım var. Yol kenarında  4-5 koyun sürüsü ile karşılaşıyorum. Ama bu sefer süratli olmam ve bisikletimin pedal çevirmezken cırrr sesinin olmaması köpekleri uyandırmıyor. Ama ortalıkta fena köpek kaynıyor. Rampa aşağı gidiş bitip düze çıktığım gibi son koyun sürüsü ile karşılaşıyorum. Bu sefer koyunlar uzak ama köpekler yol üstünde. Ama bu sefer köpekler çam yarması değil daha küçük, sokak köpeği diye tabir edeceğimiz türden. Baktım bana karşı efeleniyorlar, bisikletten inip suluğumu alıp dikiliyorum karşılarına. Sen ne yüce sulukmuşsun be! Gören kaçıyor. Birkaç km daha gidip ana yola kavuşuyorum.   Bundan sonra bir sıkıntı olmayacağını bilip dingin bisiklet turu moduna geçeceğim için sevinçliyim. Bu saate kadar parça koparmadığım için sevinçliyim.

Anayola çıktıktan bir süre sonra 1 yaşlı erkek ve 2 genç kızdan oluşan bir grubu karşı yolda görüyorum. Selamlaşıyoruz. Her yolcu gibi aceleleri var. Bolayır civarında kahvaltı yapmak için bir benzinlikte mola verdikten sonra hiç boşluk bırakmadan yola devam ediyorum. Öğlen 12 olmadan Gelibolu’ ya varıyor ve otel bakmaya başlıyorum. Daha önceden kaldığım Oya otel telefonda 90 lira fiyat söylüyor. Öğretmen evini aradığımda yerlerinin olmadığını öğreniyorum. Yol üstünde başka bir otel görüyorum. O da aynı fiyatı çekince, en azından sahile yakın diye Oya otele yönleniyorum. Ama o arada yol kenarında. Eski püskü bir otel daha görüyorum. Adı Özen otel.  Şansımı denemek için gittiğimde fiyatın 40 lira olduğunu söylüyor. Ama odaya 1 saat sonra girebileceğimi belirtiyor. Bende tamam burada kalırım diyerek aşağıya merkeze iniyorum. Biraz dolaşıp fotoğraf çektikten sonra otele geri dönüyorum. Otelci bisikletçilerin oteli çok kullandığını grupların geldiğini söylüyor. Lobide bir yere bisikletimi bırakıp odaya çıkıyorum. Oda kötü ile facia arasında bir şey. En azından dolap ve televizyon var. Yatakta temiz sayılır. Çokta umursamıyor, duşumu alıp üstümü değiştiriyorum.
Biraz uyuduktan sonra 3 gibi dışarı çıkıyorum. Bir şeyler atıştırıp O sevdiğim merkezinde avare avare dolaşıyorum. Gelibolu’ na askerlik dönemimde hastaneye gitmek için 2 sefer gelmiştim. O zamanlar daha küçük ve sevimli bir yerdi. Artık biraz daha gelişmesine rağmen benim için huzur dolu ve sevdiğim bir yerdi. Meydana yakın olan Roma dondurmacısından dondurmamı alıp turist gibi ortalıkta dolaşıyorum. Alaeddin konservelerine uğrayıp değişmez rutinim olan “Kızlı sardalyadan” alıyorum. Hem de kutulusunu bulmam ayrı bir sevinç kaynağı. Altı tane alıp çıkıyorum. Bu arada hala yemedim. Büyük ihtimal ya rakı masasında ya da mayıstaki turda tüketirim.

Biraz daha sağda solda dolandıktan sonra geçen yıllarda gittiğim İlhan restoran gidip oturuyorum.  Burasıda çok sevdiğim yerlerden. Diyorum ya, çok seviyorum Gelibolu’ yu. 40. Yaşımda boşuna burayı seçmedim. İlhan restoran Gelibolu feribot iskelesinin yanında, balıkçı barınağının girişinde deniz tarafına bakan güzel bir yer. Karnım tok olduğu için fazla bir şey söylemiyorum. Ama söylediklerim de harika. Giderseniz kaya koruğunu ve kalamarını tavsiye ederim. Yanına da en az bir yirmilik söylemeyi unutmayın.


2-3 saat demlendikten sonra gün batmadan otele doğru yollanıyorum. Yarın Bandırmaya gideceğimden dolayı ilk vapurla karşıya geçme niyetindeyim. Yolda çocuklarıma bir iki hediye ve yarın için su vs. alıp otele dönüyorum. Otele varmadan otelin arkasına bakan sokağı gördüğümde gecenin nasıl facia olacağını anlıyorum. Meğerse otelin arkası Romanların mahallesiymiş ve gece için sokağın ortasında düğün hazırlıkları yapıyorlar. Uyku ihtiyacım var ama uyuyamama ihtimalim kuvvetli. Odaya çıkınca hızla uyku hazırlığı yapıyorum. Eğer düğün başlamadan yatarsam uyanmayacağımı biliyorum. Öyle konsantreyim ki çok çabuk uykuya dalıyorum. Ama uykunun ortasında telefonum çalmaz mı? Bir anda fırlayıp telefonu açtığımda eşim öylesine aradığını söylüyor. Doğal olarak hışmıma uğruyor ve telefonu kapatıyorum. Ve maalesef ki düğün başlamış durumda. Televizyonu açıp saçma sapan filmlere bakarak düğünün bitmesini bekliyorum. Neyse ki düğün gece 12 de bitiyor ve huzura eriyorum. 























27 Kasım 2015 Cuma

40.Yaş günümde hediye niyetine İstanbul – Bandırma turu. 1.Gün.

Dediğim gibi, bu tur bana “kendimden” (eşimin izniyle) 40.yaşımda doğum günü hediyesi olarak verildi.  Nasıl olur? Bal gibi olur. Yaptım oldu. Yok olmadı. Hatundan izin koparmak için gereken bahane buydu.

Kısaca kuduzlanmıştım. İstanbul-Antalya turu az gelmiş ve hazır güzel havalar varken kısa da olsa bir tur yapmalıydım. 2-3 hafta önce olmayan bir 40 yaş tribine girdim ve eşime bu konuyu işlemeye başladım. Sonuçta 3 gün 2 gece süreyle kısıtlı olmak üzere izni kopardım. (Aramızda kalsın)
Turu 2 farklı rota olarak planladım. 1.planım biraz uçuktu, ama yapılmayacak kadar uçuk değildi. İlk gün İstanbul’ dan Gelibolu’ ya varmak, ikinci gün Altınoluk ve üçüncü gün İzmir’ e varmaktı. Ama biraz düşününce, insancıl bir tur yapma niyetim ağır bastı. Bu nedenle birinci gün uçmakdere üzerinden Şarköy, ikinci gün Gelibolu ve üçüncü günü Bandırma’ ya geçerek feribotla eve dönüş yolculuğu planında karar kıldım.

Sabah 4.45’ de evden ayrılıp Edirnekapı metrobüs durağına doğru yola çıkıyorum. Vardığımda şansıma hemen metrobüs geliyor. Her zamanki gibi rahat yer bulup bisikleti yaslıyor ve hareket ediyoruz. 3-4 durak sonra etrafa korkunç bir koku yayılmaya başlıyor. Üzerimdeki her şey yeni yıkanmış olmasına rağmen ilk önce kendimi kokluyorum. Sonra sağa sola bakarken 2 metre ötemdeki koltukta evsiz bir kadının tüm kokuları ile birlikte oturduğunu görüyorum. Ve maalesef bu koku ile Beylikdüzü’ ne kadar yolculuk ediyorum.

Otobüsten inip üst geçidi geçiyor ve ilk sürprizle karşılaşıyorum. Önceden olmamasına rağmen etraf köpek kaynıyor. Tam yola çıkacakken 4 tanesi üzerine gelmeye başlıyor. Het höt filan diyorum ama, amcamlar pek oralı değiller. Köpek kovucuyu da Tura çıkan Volkan’ a verdiğimden dolayı eskisi gibi köpeklere artizlikte yapamıyorum. Bende suluğu çekip bağırıp çağırmaya başlıyorum. Elimdeki siyah suluğu standart saldırı silahlarına benzetemeyince tırsıyorlar. Bende o fırsatta yola çıkıp turumun startını vermiş oluyorum.

Uzun turlara yalnız başına çıkmak beni çok sıkar. İlk turumun son 1,5 gününü yalnız geçirmiştim. Gerçi turda 3 gün sürmüştü.  Çok sıkılmış Keşan’ dan Enez’ e giderek kapağı hatunun amcasının yazlığına atmıştım. Bu sefer 3 gün boyunca yalnız olmak nasıl bir etki bırakır endişesi hayli yüksekti. Çünkü zorluk gördüğümde devam etmekten vazgeçme eğilimim  yüksek oluyor. Kendimce bu turu da bitirmem gerekiyordu.  Neden derseniz, Bisiklet şu ana kadar bisikletle İstanbul’ dan  Silifke’ ye kadar her yeri gezdim sayılır. Burada iki nokta açık kaldı. Birincisi İstanbul – Keşan, diğeri ise Bodrum – Antalya. Bu turla birinci aralık kapanacak ve 2016 yılında da diğer aralığı kapatacaktım. Ayrıca ilk tur rotam olması nedeni ile de ayrı bir önemi vardı benim için.

Nerede kalmıştık? Yola çıktım ve Silivri’ ye kadar sıkıntısız ve yolun müsaade ettiği kadar rahat gelmiştim. Sabah çorbası içmek için küçük bir mola verdikten sonra diğer mola yerim Yenice’ ye kadar devam ettim. Oradaki benzin istasyonunda karşılaştığım bir kişiye tamir bakım işleri için biraz fikir verdim. Tabi ki önce o sordu. Deli gibi yolda üstüne atlayıp ne biliyorsam anlatmaya başlamadım.

Buradan ayrıldıktan sonra Tekirdağ merkezde 3 genç bisikletli ile karşılaştım. Tahmin ettiğim gibi DOÇEK’ in düzenlediği Dağ bisikleti festivaline katılmaya gidiyorlardı. Ayak üstü biraz sohbetten sonra vedalaşıp Kumbağ’ a doğru yoluma devam ediyorum. Kumbağ çıkışına doğru bir market bulup bol miktarda su, ekmek, limonata  ve hangi akla hizmetse ton balığı alıyorum. Amacım, zaman kaybetmemek için  rampayı biraz çıktıktan sonra mola verip yemeğimi yemek. Planladığım gibi rampayı 1,5 km kadar çıktıktan sonra bir kenarda oturup ekmeği yarıyorum. İçine de ton balığını bir güzel döşüyorum. Hay döşemez olaydım. Daha sonra acısı çıkıyor zaten. Yağlı yağlı ton balığını yedikten sonra bol bol su tüketmeye, akabinde de fazlaca yorulmaya başlıyorum. Bir bakmışım her çeşme başında mola verir hale gelmişim. Acelemde olmadığı için yarmış bir şekilde ehli keyf takılıyorum.

Uçmakdere’ yi bilen bilir, asfaltı mükemmel, rampa eğimleri çok dengesizdir. İnişler çıkışlar sağa-sola dönüşler ormanda mı gidiyorum, açıkta mı gidiyorum, ben kimim gibi acayip soruların sorulabileceği, kısa mı uzun mu hala karar veremediğim garip bir sahil yoludur. Hem kırıcı, hem de keyifli bir yoldur.

Velhasıl kelam, 3-5 dakika da bir mola vere vere yoluma devam ediyorken yine bir çeşmenin yanında mola verdim. Mola verdiğim çeşmede bir araçta bekliyordu. Araçtan inen genç, “abi ne kadar çabuk geldin?” dedi.  Dolayısı ile şaşırdım. Meğerse benim yanımdan geçmişler ve onlara göre ben çabuk gelmişim. Anlayamadım açıkçası. Bu arada arabadan genç bir kadın indi ve sohbete katıldı. Oğlunun da bisiklet sürmeyi sevdiğini arkadaşları ile bisiklet sürdüğünü söyledi. Oğlunun yaşını sorduğumda 25 olduğunu söyleyince kadına öyle bir bakış attım ki, öyle bir sahne sadece filmlerde olur.
Yahu arkadaş kadına bakıyorum en fazla 32-33 gösteriyor. Düşünüyorum, arkadaş kafama güneş mi geçti yoksa ben doğru mu görüyorum? Bildiğiniz (Bana göre) genç, güzel, alımlı bir kadın karşımda. Üzerinde kot ve gömlek var. Yaşını soruyorum ve 48 yaşında olduğunu söylüyor. Dalga geçiyorsunuz filan dedim. İnanamıyorum, gerçekten yaşını kesinlikle göstermiyor. Israrla bu konu üzerinde diyalog gelişiyor. Kadının bir anda özgüveni artıyor. Belki de böyle iltifatlara alışık değil bilemiyorum. O sırada arabayı süren elli küsürlerinde görünen birisi arabaya yaklaşıyor ve selamlaşıyoruz. Adamın yüzü benim iltifatlarımdan sonra epey bir asılmış olduğunu gördüğümden dayak yememek için onlara iyi yolculuklar diliyor ve çeşmede mataralarımı doldurmaya koyuluyorum.

Sonunda uçmakdereyi bitirip Şarköye kadar devam edecek berbat yola kavuşuyorum. Bu yol da Uçmakdere’ nin aksine asfaltı 20 yıl önce görmüş berbat bir yol. Ama en azında düz bir yol. O kadar yorgunluktan sonra burası dinlenme ve yavaş yavaş sahil gezisi modunda gitme yolu benim için.
Kalan 30 km. yolu 1,5 saatte alıp, Şarköy’ e varıyorum.  Öncelikli yapmam gereken, kendime konaklayacak bir yer bulmak. Şarköy’ de sahile çıktığınızda yol üzerinde bir sürü pansiyon var. Ben de nedense ismi hoşuma gittiği için “Elif pansiyon” u seçiyorum. Fiyatta 50 lira diye duyunca anlaşıyoruz. Ama tek şartım var. Bisikleti odaya sokacağım diyor. İlk önce kadın reddetse de bisikletimin benim için değerli olduğunda ısrarımı görüp kabul ediyor. Hemen bisikleti içeri koyuyor, duşumu alıyorum. Odaya şöyle bir baktığımda 20 liradan fazla etmeyecek bir yer olduğunu görüyorum. Neyse artık girdik içeri arıza yapmayalım.

Karnımı doyurmak ve biraz etrafı görmek için kendimi dışarı atıyorum. Geçen yıl buraya Serhat’ la gelmiştik.  O zamanda ağustosun en sıcak ayında Uçmakdere’ yi tırmanmış, yolda Trabzon’dan bisikleti ile gelen bir turcuyu da yanımıza katmıştık. Ama o zaman İstanbul’ a dönmemiz gerektiği için Şarköy’ ü dolaşamamıştık.

Şarköy denizi pis, ama sosyal olarak çok gelişmiş bir ilçe. Etraf cıvıl cıvıl, bisiklete binenler, piyasa yapanlar, her çeşit insan var. Sahil yolunun trafiğe kapalı olması ve yol üstünün kafelerle dolu olması güzel bir hava veriyor. İskelesine de bayıldım. Orası da çok kalabalık. Denize değişik figürlerde atlayan gençler ve onların etrafında da genişçe bir izleyici kitlesi bulunuyor.

Arka sokaklara gidip bir köfteci buluyorum ve aç karnımı bir güzel doyurduktan sonra, hava olsun diye konumumu facebookta paylaşıyorum. Hemen ardından arkadaşım Deniz bana mesaj atarak oğlunu bana yönlendirdiğini söylüyor. Deniz İstanbul’ da çalışırken oğlu Yağız halası ile birlikte yazı Şarköy’ de geçiriyor. Biraz beklemeden sonra Yağız yanıma geliyor ve annesinin bana bir şişe şarap getirmesini istediğini söylüyor. Anlayacağınız yanıma ekstra bir yük daha çıkıyor. Normalde o yükü o akşam boğarım ama, bir gün sonra doğum günümde Gelibolu’ da rakı içmek istediğimden 2 gün  üst üste alkol almak istemiyorum.


Şişemi alıp, Yağız’ la vedalaştıktan sonra odama çekiliyorum. Duvarlarda 3-4 tane sivri sinek bulup onları öldürdükten sonra uyumaya çekiliyorum. Ama arkadaş sivri sinek hiç kesilmiyor.  Geçe uyanıyor ve etrafıma baktığımda sivri sinek popülasyonunun epey arttığını görüyorum. Arkadaş öldür öldür bitmiyorlar. Nereden geldiğine bulmaya çalışıyorum. Her yer kapalı. Sonra kapının altına bir bakıyorum ki anaaaam, ulan şu uzay filmi vardı ya Yıldız savaşları. İşte o filmde ana gemiden çıkan diğer uzay gemileri gibi bir sürü sivri sinek oradan içeri giriyor. Şansa da sinkovu yanıma almamışım. Çarşafı tepeme çekip yatmak mecburiyetindeyim. Zar zor uykuya dalıyorum… 



















12 Ağustos 2015 Çarşamba

Trans Anatolian Tour 7.Gün (The End)

Otobüse bisikletlerimizi yükledikten sonra hemen koltuklarımıza yerleşip uyku moduna geçiyoruz. Ama otobüsün hareketleri arada beni uyandırıyor. O kadar sert rampalar çıkıyoruz ki, bazı yerlerde abartırsak, uzaya fırlatılacak mekikteki astronotlar misali sırtımız üzerinde gidiyoruz. Bazı yerlerde ise, sanki koltuktan düşecekmişiz gibi otobüs yokuş aşağı gidiyor. Bazı yerlerde çok sert frenlemeler, savrulmalar derken, 130 kilometre yolu molayı düşünce 4 saatte gidiyor ve sabah 5.30 gibi Alanya otogarına varıyoruz.

Serhat sabah namazını kıldıktan sonra otogar’ da bir pastanede bir şeyler atıştırıp fazla oyalanmadan yola çıkıyoruz. Ama öncesinde Alanya’ da bizi bekleyen eski arkadaşım Elif’ e ona uğrayamayacağımızı anlatan bir mesaj atarak özür diliyorum. Sonra ver elini Antalya yolu.
Güzel bir asfaltta, geniş emniyet şeridinde bir önceki günün bende bıraktığı travmadan sıyrılmaya çalışarak yolumuza devam ediyoruz. Hava sabah olduğu için serin ve güzel. Bir önceki gündeki gibi bisikletli görmemiş insan suretleri yok. Hatta kimse umursamıyor bile. Bence bu daha güzel bir şey. Rahat rahat Manavgat’ a kadar gidiyor ve ara bir şeyler atıştırmak için bir pastanede oturuyoruz. Yan masada yaşça bizden genç iki kişi ile sohbete başlıyoruz. Adama geldiğimiz yolu anlattığımızda “yok, hayatta inanmam, kimse gelemez o yolu” gibi saçma bir diyaloğa giriyor. Yahu seni inandırmak zorunda değiliz. Ama adam ikide bir “yok, inanmıyorum “diyor. En son strava kaydını çıkarıyorum. Gözüne sokuyorum. Ama benim o anki ruh halim g..üne sokmaktan yana. En sonunda da o da niyetimi anlayıp konuyu yıkama yağlamaya çeviriyor. En sonunda hayırlı bir şey söyleyip Aksu’ da piyaz ve köfte yiyebileceğimiz “Aslım Özşimşekler” diye bir lokanta tarif ediyor. Mutlaka orada yememiz gerektiğini, çok leziz olduğunu söylüyor.
Teşekkür edip, olay mahallini hızla terk ediyoruz. Yol hakkında pek anlatılacak bir şey yok.  Yollar çok iyi durumda. Ve en sonunda Antalya tabelasına ulaşıyoruz. Orada fotoğraf çekerken yanımıza bir motorlu yaklaşıyor. 50 yaşlarındaki adam 1995 yılında bizim rotanın neredeyse aynısını bisikletle geçtiğini, şimdi ise motoru tercih ettiğini söylüyor. Altındaki motoru da (Güzel bir motordu) Mersin’ de sadece bu tur için almış ve Marmaris’ e kadar gidecekmiş. Orada da nasıl olsa 200-300 tl farkla satarım diyor. Maceracı bir tip. Tabela altında kendi fotoğrafını çektiriyor. Sonra da bizim fotoğrafımız çekiyor ve vedalaşıyoruz.

En nihayetinde Aksu’ ya varıyoruz. Serhat Cuma namazını kıldıktan sonra Aslım Özşimşekler lokantasını arıyoruz. Yalnız bir sıkıntı var, lokanta yolun karşısında ve Aksu’ daki kavşak çalışması nedeni ile yollar birbirine girmiş. Karşıya geçiş yeri bulamıyoruz. Ama bizim tarafımızda ise Şimşekler lokantası var. Biraz dikkatli baktığımızda ise, bir de Özşimşekler diye bir lokanta görüyoruz. Evrim teorisine göre bu lokantaların kökeninin Şimşekler lokantasına dayandığı varsayımını kurarak (Bknz.Koç ,Hakiki Koç, Öz Hakiki Koç, Vallahi billahi Öz hakiki Koç Vakası) Şimşekler lokantasına kuruluyoruz.

Lokanta gayet sistemli çalışıyor. İlk önce masamıza yeşillikler, ardından Ayran ve su, sonra Piyaz ve sonra sırasıyla Köfte, tatlı en sonunda da çay geliyor. Ama en önemlisi bunları getirenlerin hepsinin tek bir görevi var. Örneğin, sadece ayran götüren ya da sadece piyaz götüren garsonlar var. Bant usulü bir çalışma sistemi gibi. Ve en son hesabı da başka bir garson tahsil ediyor. Lezzetler gerçekten güzel. Fiyat ise Antalya’ ya yaklaştığımız bildirir gibi. Adam başı 30 Tl. ödüyoruz. Uzun bir molanın ardından çok yakın mesafede bulunan Antalya havalimanına varıyoruz. Geçen yıl Bodrum’ dan alışık olmamız nedeni ile bagajlarımızı ve bisikletimizi X-ray cihazına hazır hale getirip, x-ray cihazından hızla geçiyoruz. Hemen Onur air kontuarına gidip işlemlere hazırlık yapacağız. Onlar bizi bisikletler ile ilgili bedel ödemek için başka yere yönlendirecek falan filan derken, İlk sorun ortaya çıkıyor. Kontuardaki görevli bayan bisikletleri sökmemiz gerektiğini söylüyor. Bizde Onur air’ in bu şekilde kabul ettiğini ve geçen yılda bodrumdan bu hali ile gittiğimiz söylüyorum. Bizi bilet satış bölümüne yönlendiriyorlar. Oradaki arkadaşlar da bize aynı şeyi söylediğinde merkezden onay almalarını söylüyorum. Merkez bisikletlerin bizim dediğimiz gibi kabul edildiğini söylüyorlar. 1. Aşamayı hafif stresle atlatıyoruz.

Bisiklet bedellerini ödedikten sonra büyük paket geçişine yönlendiriliyoruz. Burada da bu sefer polis sıkıntı çıkarıyor. Tekrar ilk iki banko arasında koşturduktan sonra polis ikna oluyor. Bu arada Çelebi nin yer hizmetleri şefi olduğunu zannettiğimiz (Şimdi söylediklerimi başka insanlara söylemem. Ama şekli ve karakteri oturduğundan bu hakkediyor) Şebek kulaklı, yüzünden kompleks akan, ağzı 3 hafta önce ölmüş hayvan leşi gibi kokan, buralar benim havasındaki şerefsiz bisikleti böyle kabul edemeyiz diyor. Tekrar ilk iki banko arasındaki koşuşturmadan sonra, onu da ikna ediyor ve tam bisikletlerin yanına gittiğimizde bu şebek “bisikletlerin başına bir şey gelirse sorumluluk almam diyor” O an Serhat tam adama dalmaya yeltenecekken kaş göz işareti ile durduruyorum. Keşke durdurmasaymışım.

Uçağa binmeden önce tuvalette üstümüzü değiştirip, 2 gündür duş alamadığımızdan dolayı bol miktarda parfüm harcayıp hazırlanıyoruz. Uçağın saati yaklaştığında 2.kontrol noktasına geçip uçağı beklerken, 40 dakika rötar yediğimizi öğreniyor ve Bodrum’ da 2,5 saat rötar yediğimizden buna dua ediyoruz. Bodrum’ da bisikletler uçağa görevliler tarafından çok nazik bir şekilde paletin üzerinde ellerine alıp iterek çıkartmışlardı. Burada da aynı şekilde mi olacak diye heyecanla camdan izliyoruz. Ama bir süre sonra bavulların gözlerimiz önünde hayvani şekilde yüklendiğini gördüğümüzde endişeye kapılıyoruz. Hatta bavullar yüklenmiyor, dövülüp yerlere atılıyor. Anlatılmayacak kadar rezil bir manzara var.  Kapının kapanmasına 1-2 dakika kalmasına rağmen bizim bisikletler bir türlü yüklenmiyor. Kapıdakiler bizim gelmemizi, kapının kapanacağını söylüyorlar. Tam o sırada bizim bisikletler yüklenmeye, pardon fırlatılmaya başlanıyor. Görevli bisikleti paletin üzerine yukarı kaldırıp fırlatıyor. Abartı değil, bilerek ve kasıtlı halter gibi yukarı kaldırıp paletin üzerine vuruyor. Hızla kapıya koşuyor ve durumu o öfkeyle anlatıyoruz. Kapıdaki bir bayan görevli hemen ilgilenip not alıyor ve hızlı bir şekilde telsizle konuşuyor. Ve bizi apar topar uçağa alıyorlar. Meğerse sonradan öğrendiğim, böyle ilgileniyor gibi yapıp milleti sakinleştirip postalama taktiğiymiş.

Uçağa binip hareket ediyoruz. O bir saatlik yol bize geçmiyor. Acaba bir şey oldu mu endişesi çok fazla var. Hava limanına vardığımızda ilk önce heybelerimiz, daha sonra da bisikletler geliyor. Benim bisikleti elime aldığımda hemen arka tekerin kaskatı olduğunu görüyorum. Neyden kaynaklandığını çözmeye çalışıyor ve nedenini hemen buluyoruz. Bisikleti palete vurması nedeni ile bisikletin jant sekiz olmuş ve nasıl olmuşsa her taraftan yamulmuştu. Belki de tek bir yerde yere vurulmamıştı. Neyse ki Serhat’ın bisiklette bir sıkıntı yok.

O hışımla Çelebi’ nin kayıp eşya birimine gidiyorum. Orada fiilen kıçıyla konuşan bir görevli sözde yardımcı oluyor. Bana şikayet dilekçesi yazdırıyor. Lavuk o kadar sahte bir ilgi gösteriyor ki, dalmamak için kendimi zor tutuyorum.  Siz siz olun, önceden yazdığım yazılara bakıp Onur Air’ le bisikletiniz açık olarak taşımayın. %50 ihtimalle aynı şeyle karşılaşabilirsiniz. Bisiklet sürülemez halde olduğundan dışarı çıkıyor ve taksi arıyoruz. Şansa bir tane taksi yok. Olsa da bize bagajı büyük bir şey lazım 5-6 dakika sonra SW bie taksi buluyor ve havalimanından ayrılıyorum. Bu konuyu unutmaya ve turun güzelliklerini aklıma getirmeye çalışarak evin önüne varıyorum. 

Evdekilerin o gün geleceğimden haberleri yok. Bende bir muziplik yapıyor ve evimizin yanındaki markette, marketin sahibi Hüseyin abi ile selfi çekip facebook adresime ekliyorum. Sonra da eşimi arayıp facebook’ a bakmasını istiyorum. O kadar şaşkın ki bana telefon açıp, “Hüseyin abiye ne kadar benziyor? Nerede çektin? “ diye soruyor. Aşağıda olduğumu söylediğimde hemen beni karşılıyorlar. Ve her zaman anılarımda yaşayacak olan bir turumu daha acısı ve tatlısı ile sonlandırıyorum.

Şimdi ne yapıyoruz diye düşünen olursa, önümüzdeki yılı iple çekiyoruz. Serhat’ la her gün 3-5 tane tur rotası planlıyor uzun mu olsun, kısa mı  olsun pazarlıkları yapıyoruz. Bazen uçuk rotalar çıkıyor, bazen de çok güzel rotalar. Bazen Çine gidelim G-216 kara yolunu geçelim derken, bazen de hadi bir de hadi bir Yunanistan yapalım diyoruz. Yani anlayacağınız sağlığımız yerinde olduğu sürece kabamız daha çok seleyi görecek.


Bisiklet mi? Jant düzelemeyecek durumda olduğundan yeni bir jant taktırdım. İşyerine gidişlerimde MTB yi kullanıp Fuji Touring’ i sadece cumartesi günleri yanıma alıyorum. Uzaklara gitmek için ona daha çok ihtiyacım var.